Perşembe, Ağustos 14, 2014

TÜM MAZLUMLAR İÇİN SES VER AMA İSTİKAMET KULAĞIN OLSUN! ...



   


     Semitist misin, yoksa anti-semitist mi? “O”cu ya da “bu”cu? Dindarsın, yok yok orta karar, yoksa gayrimüslim, belki de ateist? Ne fark eder? Daha önemli bir yangın var, onu fark et ve söndür yeter. Öyleyse, dikkatini şu “elzem?” mektuba ver:
        



             "Hiç ölmeyeceksin!.. Nasıl olacağını sen bulacaksın, ama ölmeyeceksin!..
              Başka ülkelerin kralları ve kraliçeleri senin emrinde olacak!..
              Ekmek isteyene tohumu sen vereceksin... İstemezsen vermeyeceksin... Almak için                                 ayaklarına kapanıp yalvaracaklar.
              Verdiğin tohumun meyvesi lezzetli zehir olacak.
              Bütün insanlığı hasta edeceksin... Sonra onlar kapına gelip, derman dilenecekler. İlacı sende               olacak. Dilediğine vereceksin, istemezsen    vermeyeceksin!
              Dilersen yaşayacaklar, dilemezsen ölecekler.
              Sen bütün dünyadan çok olacaksın... Az olsan da çok olacaksın... Sen, herkes olacaksın                       ama hiç kimse sen olmayacak
              Sen acıtacaksın, ama o bağırmayacak. Acıtan da, bağıran da Sen             olacaksın.
              Onları azaltacaksın, ama sen savaşmayacaksın.
              Sen, yeryüzüne savaş tohumları ekeceksin! Başkalarına biçtireceksin.”

         der, Yahudi Levi torunu Rukofil’e Turgay Güler’in romanında. Der, çünkü soykırımdan kurtulabilen nadir Yahudi’den biridir. Der, çünkü Rukofil’in annesi Ahuda vahşice katledimiştir. Çünkü, o da bir Yahudi’dir.

Rukofil’e ne oldu? Romanın sonunda Rukofil’in, o adı konmamış ölümsüzlük iksirini bulduğunu yüzyıllarca yaşadığını ve hala yaşamakta olduğunu anlıyoruz. Ama nerede acaba?

Dünyanın neresinde olur acaba derken, ister istemez bir dünya turuna çıkıyor insan. İngiltere’de Big Ben’in tepesinde, Amerika’da özgürlük heykelinin meşalesinde, Fransa’da Eyfel Kulesi, İtalya’da Pizza Kulesinde bağdaş kurmuş yarı zamanlı çalışıyor olarak görüyoruz kendisini.

Biraz kafayı Orta Doğuya ve Asya’ya çevirdiğin zaman mesai yükünün ağırlaştığı kesindir, işi hayli ağırdır. “Hadi ona da bir sendika” derken, bakarsın ki onun için gerek yok. Yoğun, ama halinden hayli memnun… Filistin, Keşmir, Doğu Türkistan, Halep, Kahire ve Telafer’de kendisini ölümsüzleştiren iksiri kanla, irinle kokteyle çevirmiş, doldurup doldurup keyifle içiyor.

Sonra bir bakıyor, birileri kalkmış: “Tüm Mazlumlar İçin Sesini Yükselt” diyor, “Dünya Rabia Günü” diyor… Ve o, onlara nanik bile yapmıyor. Yapmaz da…

Çünkü o, şimdiye kadar ilmek ilmek işlemiş tezgâhtaki malını. O yüzden, iyi tanıyor. Çünkü, biliyor ki bağıran da bağırmayan da, bilerek, bilmeyerek tezgâhından geçmiş. Ve çoğu farkında değil… Uzaklara sesleniyorlar, o “ana düşmanlarına”. Rukofil bir tezgâhına bir de insanlara hayretle bakıp, “nasıl da bu kadar çok klonum türemiş” deyip, kıs kıs gülüyor…

“Nasıl bir tezgâh bu, hadi ordan, olmaz öyle şey” denmez mi bu durumda?

Öyle olur ki…
Hatta öyle oldu ki… İster ye, ister yeme…

Biz değil miyiz, “yozlaştık” diyen. Dostluğun, vefanın, hatta “ahde vefa” nın yokluğundan şikâyet eden? Biz değil miyiz “her şey para, her şey koltuk olmuş, insanlar birbirinin sırtına acımasızca basarak bunlara ulaşmak için insanlığından çıkmış ”diyen? Biz değil miyiz “yaşat ki, yaşayasın” lardan, “dilersem varsın, yaşarsın, dilemezsem yoksun, ölürsün” boyutuna kibrini ve benliğini eviren. Ve inanç, siyaset, ilkeler, değerler üzerinden tohumlar ekerek ötekiler üretip, onları Azrail tırpanıyla biçtiren. O ötekileri azaltmak için sosyolojik, psikolojik tüm yöntemleri ustaca elden geçiren bizler… Doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişilere, doğruyu, doğru bir şekilde hissettirme sanatı olan “ilm-i siyaseti”, kara bir şeytani politikaya çevirip, yalanı, dalavereyi mübah kılanlar... Bunu izbe sokaklarda, kumarhane köşelerinde, politik arenalarda, çarşıda pazarda zaten görmeye alışmıştık. Ama, sağdan sağdan yaklaşan öyle ustaki, başörtüsünün, seccadenin kenarına kadar bile maalesef uzanmakta. Ve hep “ama şartlar böyle”, “dengelerin korunması lazım”, “ilm-i siyaset gereği” dedirterek... En acılarından biri de; bunları yaparken dini terminolojinin kelimelerini, ulvi İslami şahsiyetlerin  menkıbelerini ustaca kullanarak yapmak. “Ama mecburum” gerekçeli ezerek… En zayıf olanları ezerek. Çocuğu, fakiri, kadını ezerek…

Evet kadını… Ka-dı-nı… Ha bu arada o kadınların adı bazen Esma olur, bazen Rabia. Rabia olur neden mi, ailesinin dördüncü çocuğudur da o yüzden. Sıralamada dördüncü… O kadar. Ha! Hayattan vazgeçince, ya da vazgeçirilince kahraman olur onlar. Meydanlara isimleri verilir. Afiş olur, poster olur taşınırlar baş üstlerinde. Ama bunun için de ölmüş olmak, “yok” olmak gerekir. Ya da, vaz geçmişlik gerekir. Kendini kendinde yok etmiş olmak gerekir. Formül, ağır ama basittir. N’olmuş ki? Kadın milleti güçlüdür. Çocuk doğuracak, canından can koparacak güçteyseler bunu da çeksinler. Lafa gelince Hz. Sümeyye’nin ulviliğine paha biçemeyenler, müşriğe fırsat vermeden Sümeyyeler üretip, cenderede gererler… Gafletin böylesi acaba cahiliye devrinde görülmüş mü? Komik… Gelin gülelim… Gülelim… Gülelim…

Neyse, gülmeye bir mola verelim ve gerçeği iyice görelim… Besbelli ki, bir Rukofil türemiş bizde, bizden içeru. Hatta Rukofil’den de içeru…

Rukofil’i ne Tel Aviv’de arayalım, ne Oval Ofis’te, ne de Buckingham Sarayının süslü, soğuk salonlarında…

Şimdi, Rukofil’e yol mu verilecek, Esmalar ölmesin denilip, Rabia işaretleri mi yapılacak? Önce o dört parmağı gözlerimizden, kulaklarımızdan çekelim. Sonra da o dört parmakla insanlığa selam çakalım. Ve arza, arşa haykıralım! Hangi sözcüklerle mi? İster evrensel insanlık ilkelerinin sözlüğünü, ister Kur’anın insana atfettiği cevahir kelimeleri kullanalım, fark etmez. Mesele “Mazlumlar için ses verilmesi” meselesi mi? Verelim sesi ama doğru yöne… Çevirelim megafonu kulaklarımıza ve olabildiğince yüklenerek ses tellerimize, haykıralım insanlığa, insanlığımıza…

Biraz kulak ister, zor ama istikametten eminim: İÇERU!..


                                                                                                                                                                       Berrin Sevil KAZANCI



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder