Pazartesi, Aralık 23, 2013

MİNİK SIRRIM... BELKİ BEDDUAYA MUADİL SAYILIR...

       
                 BEDDUA MI?  CIK CIK CIK... OLMAZ!


                SIR! Minik bir SIRRIMI paylaşmak isterim: Son dönemler gözlemlediğimiz gibi BEDDUALAR ETMEYE hiiiiç gerek yok. Bir ilahiyatçı değilim, bir cemaat lideri hiç mi hiç. Ama haksızlık ihtimaline karşı "Sığın, Rabbine sığın" diyorum. Önce Allah'ın zalimler güruhunu doğru yoluna çevirmesi için dua ediyorum. Ama baktım ki "doğru yol" onlar için trişkadan hikaye, kalplerde mühür Münafıkın Suresinde tasvir edildiği halde, o durumda dönüp Rabbimin "el-Muzill" sıfatına sığınıyorum. Ve ben bunu ne zaman yapsam...   




              Çok şükür buna kimse müdahale edemiyor. "Ama, ama, aslında..." gibi bahaneler üretemiyor. Yooook orası öyle bir makam ki, ne kandırılabiliyor ne de kanmak istiyor o yüce Makamın Sahibi. Ve sonuçta da oooooh bu da beni öyle mutlu ve özgür kılıyor ki... Bedduaya hiiiç gerek yok. Sevgiden ve Allah'a ilticadan öte yol var mı?








Çarşamba, Aralık 11, 2013

OTUR YERİNE ACISININ TADINI ÇIKARAN KADIN!
“Otur Yerine Acısının Keyfini Çıkaran Kadın”
Ü
ç gün… Tam üç gün evinizin balkonuna çıkıyorsunuz… Evladınızın can vermiş bedeninin hayali kâbus gibi kursağınıza çöküyor. Gözlerinizi kapatıp içeriye kaçıyorsunuz. Nefesiniz kesiliyor, nutkunuz tutuluyor… Bedeninizi terk edecek kadar çılgın atan yüreğinizi elinizle göğsünüze bastırarak, derin nefes almaya çalışarak zapt etmeye çalışıyorsunuz…  Ve dediğim gibi bu hali üç gün boyunca yaşıyor ve bu yüzden de zaten psikolojik bir dar boğazda olan oğlunuza daha da odaklanıyorsunuz.

         O zaten öksüz ve yaralı. O zaten sosyo-politik konumunuz dolayısıyla hep bizden ve hep yabancı olmuş. Kolay değil bir genç için tüm bunları yaşamak. Kolay değil taze beynin bayat hayat yükü yüklenmesi.

O evladınız…

Siz: bir baba, bir insan…

Ve üç gün sonra… Silah sesleri duyuyorsunuz. Bir şekilde işkillenmişsiniz ya, baba yüreği işte hemmen telefona davranıp, onu derhal eve çağırıyorsunuz. Eve geliyor. Bi ara odasından onun telefonda biriyle tartıştığını duyuyorsunuz. Onun bulunduğu yere acele yöneliyorsunuz ve…
Ve balkondan umutlarınızın, hayallerinizin, vaatlerinizin sonsuza kadar düşüşüne sadece seyirci kalabiliyorsunuz. Zaman ne kadar izafi değil mi? O: en değer verdiğiniz beden, isyanını kanat edinmiş, ruhu yanı başında gidiyor. Ve izafiyetin tanımını beyninize kodlayan zaman geçmek bilmiyor.

Acı… Çok acı…

Siz: Sırrı Sakık…

Olayın izlerini rüzgâr yalarken, şehit ana-babalarının durumunu bu olayla daha iyi anlayabildiğinizi büyük bir erdemle itiraf ediyorsunuz.

         Ayrıca: “Sürekli geçmişe takılarak geleceği inşa edemeyiz. Geleceği inşa etmek için bizim karşılıklı bir helalleşme dönemi yaşamamız lazım.” diyorsunuz. Bununla da yetinmeyip başbakanla yaptığınız telefon görüşmesinde de:

         “Her ülkenin bir azizi vardır, ülkelerinde farklı alanlara öncülük ettikleri için. Siz de bu ülkenin azizi olabilirsiniz. Siz isteseniz çatışmaları da durdurabilirsiniz” diyorsunuz. Bense katıla katıla ağlıyorum. Bir babanın yanık yüreğinin dumanına boğuluyorum. “O da insan, tıpkı benim gibi, senin gibi, herkes gibi” diyorum.

         Keşke bu düşünce ve diyaloglar böyle elim bir olay gerçekleşmeksizin zuhur etseydi diyor, bu duygu ve düşünceler önünde de saygıyla eğiliyorum…

         Gün geldi, vakit geçti… Bu elim olayın ardından yaklaşık bir sene geçti. Her güneş doğuşunda, her yağmur yağışında belki de her buruk tebessümde evladınızı hatırlamaktasınız. Peki, ne oldu size birden? Bu kadar çevresel uyarıcıya rağmen nasıl unutabildiniz yürek acınızı?
Dünya İnsan Hakları Gününde, bir barış adamının da anıldığı bir günde kürsüden, evlat acısıyla kavrulan bir anneye: Oya Eronat “hanımefendi”ye nasıl:

         “Otur yerine acısının keyfini çıkaran kadın” diyebilecek bir ruh haline büründünüz. Duygusal davrandınız diyeceğim, duygu katili bir söz ve üslup dizisini kalbinize ve dilinize yerleştirmişsiniz. O yüzden “Yok, hayır. Bu duygusallık değil.” diyorum. Profesyonel davranmaya çalıştınız diyeceğim. Bütçe görüşmeleri yapılırken, konudan bağımsız takılıp acıdan, keyiften bahsediyorsunuz, yine “yok” diyorum.

         Farkında mısınız bulunduğunuz zemin tutarlılığı esas alır. Dün empati yapan zihnin, bugün antipatiye vira demesi, dilinizden düşürmediğiniz “barış” yelkenine hançer sallamanız anlamına gelmektedir. Barışın “iyi niyet” ve “tutarlılık” ekseninden sapınca salt bir serseri mayına dönüşeceğinin farkında olmalısınız. Eğer dilinize pelesenk olmuş “barış”ı bu kadar hoyratça harcamaya devam edecekseniz, size barışı kendine düstur edinmiş olanla: Nelson Mandela’yla ilgili biraz bilgi toplamanızı tavsiye ederim. Belki de bilgi toplamanıza bile gerek yoktur. Adına ben “Yüceler Yücesi” diyeyim, başkası da “açıklanamaz metafizik işaretçi” desin. Ama belli ki, bir hayali size gösterecek kadar sizi ve herkesi mühimseyen bir varlık var. Belki de O’nun sesine sadece susarak kulak vermelisiniz. Tüm tutarsızlıklarımıza rağmen istikrarını bozmadan bize eğilip “Fısıldayan”a yani…   



Berrin Sevil KAZANCI


Salı, Aralık 10, 2013

Ağla Ağla Firuze… Hatta Sürün Firuze…

Ağla Ağla Firuze… Hatta Sürün Firuze…

Ağla Ağla Firuze… Hatta Sürün Firuze…

            Acılı bir bakış yerleşirse eğer
            Kirpiğinin ucundan gözbebeğine
            Her şeyin bedeli var, güzelliğinin de
            Bir gün gelir ödenir, öde Firuze

Evvet, ağla Firuze… 25 Kasım Dünya Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Gününde de ağla, her gün de ağla, bir ömür de ağla! Hatta annen de ağlasın. Çünkü o da kadın.
         Ağla Firuze… Sen de her kadından beklenildiği gibi ağla. Ağla ki şu toplumda sana düşen en önemli görevi: “ağlama görevini” iyi yerine getiresin. Çünkü sen ağladıkça kadınsın. Ağladıkça ve yakındıkça anlamlısın ve masumsun.

Senin bir sıkıntın olmalı.
Şiddete uğramalısın, tecavüze uğramalısın.
Koca dayağı yemelisin, töre cinayetine kurban gitmelisin.
Şehit annesi olmalısın ya da çocuğun teröristlerce dağa çıkarılmış olmalı.
Çalışırken seni sen yapan hakların gasp edilmiş olmalı, ezilmiş olmalısın ve hep bunu dillendirip, buna yaslanmalısın.
İşte budur…   

Ağlamakta haklısın, çünkü;

         ”Sen ağlama, dayanamam, ağlama göz bebeğim sana kıyamam…” diyen birilerini de ancak şarkılarda bulursun.

         Hele de Müslüman coğrafyanın temiz kadını isen, ölmüş bir yakınının başucunda ağlamalısın. Artık o ölü kardeşin mi olur, kocan mı, yoksa en ağır olanı: çocuğun mu orasını bilemem. Ama bildiğim şey, ağıtlar yakmalısın, beddua etmelisin, yarıya kadar sıyrılmış örtünden salkım saçak çıkan saçlarını yolmalısın, dizlerini dövmelisin. Ama… Ama ben seni böyle görmekten yoruldum.

         Evet, yo-rul-dum. Yok mu yorulmayan. Biz yorulduk. Feryat figan perişan halde, dizlerinin üstüne çömelmiş, avuçlarını Rabbine açmış çaresiz Müslüman kadın görmekle ilgili yüreklerimiz istiap haddini aştı. 

         Bu şekilde ağlayanlar neden çok büyük oranda Müslüman kadınlar? Neden Orta Doğulu kadınlar? Rabbimin mukadderatına sorgu sual olmaz. Ama acaba burada sorgulanması gereken şey kader mi, İslam mı, yoksa güçsüzleştirilmiş kadının bu rolünü ona giydirip çıkarttırmayan kadınlı erkekli toplumlar mı? Siz misiniz, yoksa ben miyim? Yok canım, nasıl olur? Siz ya da ben, ya da biz… Üstümüze afiyet. Başkaları olmalı. Birileri dışarıdan gelip çaresizlik zehrini bu kadınlara zerk etmekte, biz de henüz icat edemediğimiz panzehir eksikliği dolayısıyla duruma sadece seyirci kalmaktayız. Yoksa biz var ya biiiiz…

         Dışarıdan birilerinin bir şeyler yaptığı belli ama bu konuda o kadar da etkili olduklarını sanmıyorum. Çünkü bir insanın kendi kendine yaptığını yedi düvel birleşse ona yapamazmış. Dışarıdaki “biri”lerine bakıyorum. Onların kadınları okumuş. Onlar fotoğraf karelerinde ağlar halde yer almamaktalar. Üstelik onlar konuşabiliyor. Çok ilginç ama doğru onlar konuşuyorlar, fikir oluşturup, empoze ediyorlar. Senin benim kadınım hakkında politika oluşturuyorlar. Ve bazen o politikaların bazıları benim dünya görüşüme de, dini yorumlayışıma da uymamakta. Onlar bana savundukları ve uluslararası anlaşmaların kapsamına koydukları bazı hükümleri “insan hakkı”, “kadın hakkı” olarak cilalı sözlerle dayatmaktalar. Eşyanın doğası da bu durumu haklı gösterir. Biz kendi kadınımızın üretmesinin, düşünmesinin, konuşmasının ve var olmasının önündeki engelleri kaldırmazsak… Adamlar kalkar kendi kadınlarının –ki biz o kadınları da bizim kadınlarımız olarak görmekteyiz- uğradığı zulmü anlamlı gün olarak ilan eder, sen de ben de o günle beraber anılarımızı tazeleriz. Tıpkı “Dünya Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü”nün 25 Kasım olarak belirlenmesi gibi. Bir bakalım bu günün hikayesi ne imiş:

25 Kasım, Dominik Cumhuriyetinde, Diktatörlüğe karşı direniş sergileyen Mirabel Kardeşlerintecavüz edilerek öldürülmelerinin yıldönümü. Çok acı… Gerçekten çok trajik. Allah hiçbir insana böyle bir ölüm yaşatmasın. Ruhları şad olsun. Ama, Birleşmiş Milletlerin bu günü uluslararası bir anma günü olarak ilan ettiği tarihe bir bakın: 1999. Değerli kardeşlerim o tarihlerin öncesinde Bosna da değil ki üç kadın, binlerce kadın tecavüze ve işkenceye uğrayarak öldürülmemiş miydi? Bunların öldürülmeyenleri de bu tecavüzlerden doğan çocukların yüzüne bakıp bir ömür sürecek hatıraları feleğin ağır bir sillesi olarak bağırlarında taşımayacaklar mıydı? Mahkûmdular ve mahkûmlar, hem de müebbet…

         Gün geldi: 25 Kasım oldu. Haberlere bakıyorum… İnat ve ısrarla bakıyorum. Diyorum ki; “neden 25 Kasım” falan deme. Öze bak. Konu: kadına yönelik şiddetle mücadele. Bütün takıntıların bir tarafa atılıp, konunun özüne inilmesi gerekirken geç diyorum bunları. Bakıyorum, bakıyorum ve bakıyorum. Neler yapılmış diye… Günün anlam ve önemini hatırlatan bir şeyler yapılmış. Ama etkisi ne kadar? Bütün iyi niyetli yapılanları da takdir etmekteyim ancak çoğu yapılanlar da bu durumu boş geçmemek adına. Hangimiz her Allah’ın günü canı yanan, hatta canı alınan bir kadının acısını görmezden gelebiliriz ki? O yüzden bu kadar kör parmağım gözüne gözüne bir konunun yapılanların daha da ötesinde vicdanları harekete geçirecek ölçüde yapılmış olmasını umdum. Ama maalesef…

Bu arada yine görmezden gelinen kadınlar en mağdur olanlar. Bosnalı Mavi Kelebeklerin nazlı kadınları da, Filistin’deki, Suriye’deki, Mısır’daki, Irak’taki, Arakan’daki kadınları da hak ettiği kadar büyük önemle anan, durumun ciddiyetini bastıra bastıra yansıtan, altını üstünü çizen faaliyet göremiyorum. Farkında olmayabiliriz ama bu kadınların bir kısmı tarih kitaplarında şimdilik yer alamayacak kadar yakın bir geçmişte can verdiler ya da tecavüze uğradılar. Diğer kısmı da halen ıstırap içinde can ve namus korkusu altında izbe yaşamlarına tutunmaya çalışmaktalar. Dünün konusu olmadıkları gibi görülen o ki bugünün de konusu değiller.

         Bu yüzden, o dışarıdaki birileri o kadar haklı ki… Öttürür onlar borularını tabii ki. Sen ey Müslüman kardeşim!. Sen, siz, biz her politik görüşten ülkemiz insanları! Evet,biz yanı başımızdaki kadınları sadece ağlamaya mahkûm kılalım, sadece pasif durumda sesini çok çıkarmadan, hakkını aramadan, şiddetin göbeğinde oturtalım. Avrupalı, Amerikalı adamlar da kadınını değerlendirsin. Sonra da bir yerlerde İslamofobi var, bunu da “gâvurlar” yapmakta demeyelim… Yok artık. Bunu yemezler, biz de yemeyelim, kimseye de yedirmeyelim… Hazmı zor. Bunu hazmetmemizi de bize ne bu din, ne de bu dinin örnek kadınları tavsiye etmekte. Hele İslam güçlü kadının diniyken… En iyi tebliğin temsil yoluyla olduğu gerçeğinden yola çıkarken, bu yolda kadının rolü ve önemi de artık ortak kabul gören bir gerçek iken… Artık içsel çelişkilerimizle yüzleşip sorun ve çözüm odaklı bir yol haritası çizmenin vakti gelmedi mi?    

         Gelin artık 
                 “Sen ağlama dayanamam,
                 Ağlama göz bebeğim sana kıyamam” diyelim, 
                 bunu da sadece şarkılara hapsetmeyelim…