OTUR YERİNE ACISININ TADINI ÇIKARAN KADIN!
ç gün… Tam üç gün evinizin
balkonuna çıkıyorsunuz… Evladınızın can vermiş bedeninin hayali kâbus gibi
kursağınıza çöküyor. Gözlerinizi kapatıp içeriye kaçıyorsunuz. Nefesiniz
kesiliyor, nutkunuz tutuluyor… Bedeninizi terk edecek kadar çılgın atan
yüreğinizi elinizle göğsünüze bastırarak, derin nefes almaya çalışarak zapt
etmeye çalışıyorsunuz… Ve dediğim gibi
bu hali üç gün boyunca yaşıyor ve bu yüzden de zaten psikolojik bir dar boğazda
olan oğlunuza daha da odaklanıyorsunuz.
O zaten öksüz ve yaralı. O zaten sosyo-politik konumunuz
dolayısıyla hep bizden ve hep yabancı olmuş. Kolay değil bir genç için tüm
bunları yaşamak. Kolay değil taze beynin bayat hayat yükü yüklenmesi.
O
evladınız…
Siz:
bir baba, bir insan…
Ve
üç gün sonra… Silah sesleri duyuyorsunuz. Bir şekilde işkillenmişsiniz ya, baba
yüreği işte hemmen telefona davranıp, onu derhal eve çağırıyorsunuz. Eve
geliyor. Bi ara odasından onun telefonda biriyle tartıştığını duyuyorsunuz. Onun
bulunduğu yere acele yöneliyorsunuz ve…
Ve
balkondan umutlarınızın, hayallerinizin, vaatlerinizin sonsuza kadar düşüşüne
sadece seyirci kalabiliyorsunuz. Zaman ne kadar izafi değil mi? O: en değer
verdiğiniz beden, isyanını kanat edinmiş, ruhu yanı başında gidiyor. Ve
izafiyetin tanımını beyninize kodlayan zaman geçmek bilmiyor.
Acı…
Çok acı…
Siz:
Sırrı Sakık…
Olayın
izlerini rüzgâr yalarken, şehit ana-babalarının durumunu bu olayla daha iyi
anlayabildiğinizi büyük bir erdemle itiraf ediyorsunuz.
Ayrıca: “Sürekli geçmişe
takılarak geleceği inşa edemeyiz. Geleceği inşa etmek için bizim karşılıklı bir
helalleşme dönemi yaşamamız lazım.” diyorsunuz.
Bununla da yetinmeyip başbakanla yaptığınız telefon görüşmesinde de:
“Her ülkenin bir azizi
vardır, ülkelerinde farklı alanlara öncülük ettikleri için. Siz de bu ülkenin
azizi olabilirsiniz. Siz isteseniz çatışmaları da durdurabilirsiniz”
diyorsunuz. Bense katıla katıla ağlıyorum. Bir babanın yanık yüreğinin dumanına
boğuluyorum. “O da insan, tıpkı benim gibi, senin gibi, herkes gibi” diyorum.
Keşke bu düşünce ve
diyaloglar böyle elim bir olay gerçekleşmeksizin zuhur etseydi diyor, bu duygu
ve düşünceler önünde de saygıyla eğiliyorum…
Gün geldi, vakit geçti… Bu
elim olayın ardından yaklaşık bir sene geçti. Her güneş doğuşunda, her yağmur
yağışında belki de her buruk tebessümde evladınızı hatırlamaktasınız. Peki, ne
oldu size birden? Bu kadar çevresel uyarıcıya rağmen nasıl unutabildiniz yürek
acınızı?
Dünya İnsan Hakları Gününde, bir barış adamının da anıldığı bir günde kürsüden,
evlat acısıyla kavrulan bir anneye: Oya Eronat “hanımefendi”ye nasıl:
“Otur yerine acısının keyfini çıkaran kadın” diyebilecek bir ruh
haline büründünüz. Duygusal davrandınız diyeceğim, duygu katili bir söz ve
üslup dizisini kalbinize ve dilinize yerleştirmişsiniz. O yüzden “Yok, hayır.
Bu duygusallık değil.” diyorum. Profesyonel davranmaya çalıştınız diyeceğim.
Bütçe görüşmeleri yapılırken, konudan bağımsız takılıp acıdan, keyiften
bahsediyorsunuz, yine “yok” diyorum.
Farkında mısınız
bulunduğunuz zemin tutarlılığı esas alır. Dün empati yapan zihnin, bugün
antipatiye vira demesi, dilinizden düşürmediğiniz “barış” yelkenine hançer sallamanız anlamına gelmektedir. Barışın “iyi niyet” ve “tutarlılık” ekseninden sapınca salt bir serseri mayına
dönüşeceğinin farkında olmalısınız. Eğer dilinize pelesenk olmuş “barış”ı bu kadar hoyratça harcamaya
devam edecekseniz, size barışı kendine düstur edinmiş olanla: Nelson Mandela’yla ilgili biraz bilgi
toplamanızı tavsiye ederim. Belki de bilgi toplamanıza bile gerek yoktur. Adına
ben “Yüceler Yücesi” diyeyim,
başkası da “açıklanamaz metafizik
işaretçi” desin. Ama belli ki, bir hayali size gösterecek kadar sizi ve herkesi
mühimseyen bir varlık var. Belki de O’nun sesine sadece susarak kulak
vermelisiniz. Tüm tutarsızlıklarımıza rağmen istikrarını bozmadan bize eğilip “Fısıldayan”a
yani…
Berrin Sevil KAZANCI