Semitist misin, yoksa anti-semitist mi?
“O”cu ya da “bu”cu? Dindarsın, yok yok orta karar, yoksa gayrimüslim, belki de
ateist? Ne fark eder? Daha önemli bir yangın var, onu fark et ve söndür yeter. Öyleyse, dikkatini şu “elzem?” mektuba ver:
"Hiç ölmeyeceksin!.. Nasıl olacağını sen
bulacaksın, ama ölmeyeceksin!..
Başka ülkelerin kralları ve kraliçeleri senin emrinde olacak!..
Ekmek isteyene tohumu sen vereceksin... İstemezsen vermeyeceksin... Almak için ayaklarına kapanıp yalvaracaklar.
Verdiğin tohumun meyvesi lezzetli zehir olacak.
Başka ülkelerin kralları ve kraliçeleri senin emrinde olacak!..
Ekmek isteyene tohumu sen vereceksin... İstemezsen vermeyeceksin... Almak için ayaklarına kapanıp yalvaracaklar.
Verdiğin tohumun meyvesi lezzetli zehir olacak.
Bütün insanlığı hasta edeceksin...
Sonra onlar kapına gelip, derman dilenecekler. İlacı sende olacak. Dilediğine vereceksin, istemezsen vermeyeceksin!
Dilersen
yaşayacaklar, dilemezsen ölecekler.
Sen bütün dünyadan çok olacaksın... Az olsan da çok olacaksın... Sen, herkes olacaksın ama hiç kimse sen olmayacak
Sen acıtacaksın, ama o bağırmayacak. Acıtan da, bağıran da Sen olacaksın.
Onları azaltacaksın, ama sen savaşmayacaksın.
Sen bütün dünyadan çok olacaksın... Az olsan da çok olacaksın... Sen, herkes olacaksın ama hiç kimse sen olmayacak
Sen acıtacaksın, ama o bağırmayacak. Acıtan da, bağıran da Sen olacaksın.
Onları azaltacaksın, ama sen savaşmayacaksın.
Sen, yeryüzüne savaş tohumları
ekeceksin! Başkalarına biçtireceksin.”
der, Yahudi Levi torunu Rukofil’e Turgay
Güler’in romanında. Der, çünkü soykırımdan kurtulabilen nadir Yahudi’den
biridir. Der, çünkü Rukofil’in annesi Ahuda vahşice katledimiştir. Çünkü, o da
bir Yahudi’dir.
Rukofil’e ne oldu? Romanın sonunda
Rukofil’in, o adı konmamış ölümsüzlük iksirini bulduğunu yüzyıllarca yaşadığını
ve hala yaşamakta olduğunu anlıyoruz. Ama nerede acaba?
Dünyanın neresinde olur acaba
derken, ister istemez bir dünya turuna çıkıyor insan. İngiltere’de Big Ben’in
tepesinde, Amerika’da özgürlük heykelinin meşalesinde, Fransa’da Eyfel Kulesi,
İtalya’da Pizza Kulesinde bağdaş kurmuş yarı zamanlı çalışıyor olarak görüyoruz
kendisini.
Biraz kafayı Orta Doğuya ve Asya’ya
çevirdiğin zaman mesai yükünün ağırlaştığı kesindir, işi hayli ağırdır. “Hadi
ona da bir sendika” derken, bakarsın ki onun için gerek yok. Yoğun, ama
halinden hayli memnun… Filistin, Keşmir, Doğu Türkistan, Halep,
Kahire ve Telafer’de kendisini ölümsüzleştiren iksiri kanla, irinle kokteyle
çevirmiş, doldurup doldurup keyifle içiyor.
Sonra bir bakıyor, birileri kalkmış: “Tüm Mazlumlar İçin Sesini
Yükselt” diyor, “Dünya Rabia Günü” diyor… Ve o, onlara nanik bile yapmıyor.
Yapmaz da…
Çünkü o, şimdiye kadar ilmek ilmek işlemiş tezgâhtaki malını. O
yüzden, iyi tanıyor. Çünkü, biliyor ki bağıran da bağırmayan da, bilerek, bilmeyerek
tezgâhından geçmiş. Ve çoğu farkında değil… Uzaklara sesleniyorlar, o “ana
düşmanlarına”. Rukofil bir tezgâhına bir de insanlara hayretle bakıp, “nasıl da
bu kadar çok klonum türemiş” deyip, kıs kıs gülüyor…
“Nasıl bir tezgâh bu, hadi ordan, olmaz öyle şey” denmez mi bu
durumda?
Öyle olur ki…
Hatta öyle oldu ki… İster ye, ister yeme…
Biz değil miyiz, “yozlaştık” diyen. Dostluğun, vefanın, hatta
“ahde vefa” nın yokluğundan şikâyet eden? Biz değil miyiz “her şey para, her
şey koltuk olmuş, insanlar birbirinin sırtına acımasızca basarak bunlara
ulaşmak için insanlığından çıkmış ”diyen? Biz değil miyiz “yaşat ki, yaşayasın” lardan,
“dilersem varsın, yaşarsın, dilemezsem yoksun, ölürsün” boyutuna kibrini ve benliğini
eviren. Ve inanç, siyaset, ilkeler, değerler üzerinden tohumlar ekerek ötekiler
üretip, onları Azrail tırpanıyla biçtiren. O ötekileri azaltmak için sosyolojik,
psikolojik tüm yöntemleri ustaca elden geçiren bizler… Doğru yerde, doğru
zamanda, doğru kişilere, doğruyu, doğru bir şekilde hissettirme sanatı olan “ilm-i
siyaseti”, kara bir şeytani politikaya çevirip, yalanı, dalavereyi mübah kılanlar...
Bunu izbe sokaklarda, kumarhane köşelerinde, politik arenalarda, çarşıda
pazarda zaten görmeye alışmıştık. Ama, sağdan sağdan yaklaşan öyle ustaki,
başörtüsünün, seccadenin kenarına kadar bile maalesef uzanmakta. Ve hep “ama
şartlar böyle”, “dengelerin korunması lazım”, “ilm-i siyaset gereği” dedirterek...
En acılarından biri de; bunları yaparken dini terminolojinin kelimelerini, ulvi
İslami şahsiyetlerin menkıbelerini
ustaca kullanarak yapmak. “Ama mecburum” gerekçeli ezerek… En zayıf olanları
ezerek. Çocuğu, fakiri, kadını ezerek…
Evet kadını… Ka-dı-nı… Ha bu arada o
kadınların adı bazen Esma olur, bazen Rabia. Rabia olur neden mi, ailesinin
dördüncü çocuğudur da o yüzden. Sıralamada dördüncü… O kadar. Ha! Hayattan
vazgeçince, ya da vazgeçirilince kahraman olur onlar. Meydanlara isimleri
verilir. Afiş olur, poster olur taşınırlar baş üstlerinde. Ama bunun için de ölmüş
olmak, “yok” olmak gerekir. Ya da, vaz geçmişlik gerekir. Kendini kendinde yok
etmiş olmak gerekir. Formül, ağır ama basittir. N’olmuş ki? Kadın milleti
güçlüdür. Çocuk doğuracak, canından can koparacak güçteyseler bunu da
çeksinler. Lafa gelince Hz. Sümeyye’nin ulviliğine paha biçemeyenler, müşriğe
fırsat vermeden Sümeyyeler üretip, cenderede gererler… Gafletin böylesi acaba
cahiliye devrinde görülmüş mü? Komik… Gelin gülelim… Gülelim… Gülelim…
Neyse, gülmeye bir mola verelim ve
gerçeği iyice görelim… Besbelli ki, bir Rukofil türemiş bizde, bizden içeru. Hatta
Rukofil’den de içeru…
Rukofil’i ne Tel Aviv’de arayalım,
ne Oval Ofis’te, ne de Buckingham Sarayının süslü, soğuk salonlarında…
Şimdi, Rukofil’e yol mu verilecek, Esmalar
ölmesin denilip, Rabia işaretleri mi yapılacak? Önce o dört parmağı gözlerimizden,
kulaklarımızdan çekelim. Sonra da o dört parmakla insanlığa selam çakalım. Ve arza,
arşa haykıralım! Hangi sözcüklerle mi? İster evrensel insanlık ilkelerinin
sözlüğünü, ister Kur’anın insana atfettiği cevahir kelimeleri kullanalım, fark
etmez. Mesele “Mazlumlar için ses verilmesi” meselesi mi? Verelim sesi ama
doğru yöne… Çevirelim megafonu kulaklarımıza ve olabildiğince yüklenerek ses
tellerimize, haykıralım insanlığa, insanlığımıza…
Biraz kulak ister, zor ama istikametten
eminim: İÇERU!..
Berrin Sevil KAZANCI