Perşembe, Ağustos 14, 2014

TÜM MAZLUMLAR İÇİN SES VER AMA İSTİKAMET KULAĞIN OLSUN! ...



   


     Semitist misin, yoksa anti-semitist mi? “O”cu ya da “bu”cu? Dindarsın, yok yok orta karar, yoksa gayrimüslim, belki de ateist? Ne fark eder? Daha önemli bir yangın var, onu fark et ve söndür yeter. Öyleyse, dikkatini şu “elzem?” mektuba ver:
        



             "Hiç ölmeyeceksin!.. Nasıl olacağını sen bulacaksın, ama ölmeyeceksin!..
              Başka ülkelerin kralları ve kraliçeleri senin emrinde olacak!..
              Ekmek isteyene tohumu sen vereceksin... İstemezsen vermeyeceksin... Almak için                                 ayaklarına kapanıp yalvaracaklar.
              Verdiğin tohumun meyvesi lezzetli zehir olacak.
              Bütün insanlığı hasta edeceksin... Sonra onlar kapına gelip, derman dilenecekler. İlacı sende               olacak. Dilediğine vereceksin, istemezsen    vermeyeceksin!
              Dilersen yaşayacaklar, dilemezsen ölecekler.
              Sen bütün dünyadan çok olacaksın... Az olsan da çok olacaksın... Sen, herkes olacaksın                       ama hiç kimse sen olmayacak
              Sen acıtacaksın, ama o bağırmayacak. Acıtan da, bağıran da Sen             olacaksın.
              Onları azaltacaksın, ama sen savaşmayacaksın.
              Sen, yeryüzüne savaş tohumları ekeceksin! Başkalarına biçtireceksin.”

         der, Yahudi Levi torunu Rukofil’e Turgay Güler’in romanında. Der, çünkü soykırımdan kurtulabilen nadir Yahudi’den biridir. Der, çünkü Rukofil’in annesi Ahuda vahşice katledimiştir. Çünkü, o da bir Yahudi’dir.

Rukofil’e ne oldu? Romanın sonunda Rukofil’in, o adı konmamış ölümsüzlük iksirini bulduğunu yüzyıllarca yaşadığını ve hala yaşamakta olduğunu anlıyoruz. Ama nerede acaba?

Dünyanın neresinde olur acaba derken, ister istemez bir dünya turuna çıkıyor insan. İngiltere’de Big Ben’in tepesinde, Amerika’da özgürlük heykelinin meşalesinde, Fransa’da Eyfel Kulesi, İtalya’da Pizza Kulesinde bağdaş kurmuş yarı zamanlı çalışıyor olarak görüyoruz kendisini.

Biraz kafayı Orta Doğuya ve Asya’ya çevirdiğin zaman mesai yükünün ağırlaştığı kesindir, işi hayli ağırdır. “Hadi ona da bir sendika” derken, bakarsın ki onun için gerek yok. Yoğun, ama halinden hayli memnun… Filistin, Keşmir, Doğu Türkistan, Halep, Kahire ve Telafer’de kendisini ölümsüzleştiren iksiri kanla, irinle kokteyle çevirmiş, doldurup doldurup keyifle içiyor.

Sonra bir bakıyor, birileri kalkmış: “Tüm Mazlumlar İçin Sesini Yükselt” diyor, “Dünya Rabia Günü” diyor… Ve o, onlara nanik bile yapmıyor. Yapmaz da…

Çünkü o, şimdiye kadar ilmek ilmek işlemiş tezgâhtaki malını. O yüzden, iyi tanıyor. Çünkü, biliyor ki bağıran da bağırmayan da, bilerek, bilmeyerek tezgâhından geçmiş. Ve çoğu farkında değil… Uzaklara sesleniyorlar, o “ana düşmanlarına”. Rukofil bir tezgâhına bir de insanlara hayretle bakıp, “nasıl da bu kadar çok klonum türemiş” deyip, kıs kıs gülüyor…

“Nasıl bir tezgâh bu, hadi ordan, olmaz öyle şey” denmez mi bu durumda?

Öyle olur ki…
Hatta öyle oldu ki… İster ye, ister yeme…

Biz değil miyiz, “yozlaştık” diyen. Dostluğun, vefanın, hatta “ahde vefa” nın yokluğundan şikâyet eden? Biz değil miyiz “her şey para, her şey koltuk olmuş, insanlar birbirinin sırtına acımasızca basarak bunlara ulaşmak için insanlığından çıkmış ”diyen? Biz değil miyiz “yaşat ki, yaşayasın” lardan, “dilersem varsın, yaşarsın, dilemezsem yoksun, ölürsün” boyutuna kibrini ve benliğini eviren. Ve inanç, siyaset, ilkeler, değerler üzerinden tohumlar ekerek ötekiler üretip, onları Azrail tırpanıyla biçtiren. O ötekileri azaltmak için sosyolojik, psikolojik tüm yöntemleri ustaca elden geçiren bizler… Doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişilere, doğruyu, doğru bir şekilde hissettirme sanatı olan “ilm-i siyaseti”, kara bir şeytani politikaya çevirip, yalanı, dalavereyi mübah kılanlar... Bunu izbe sokaklarda, kumarhane köşelerinde, politik arenalarda, çarşıda pazarda zaten görmeye alışmıştık. Ama, sağdan sağdan yaklaşan öyle ustaki, başörtüsünün, seccadenin kenarına kadar bile maalesef uzanmakta. Ve hep “ama şartlar böyle”, “dengelerin korunması lazım”, “ilm-i siyaset gereği” dedirterek... En acılarından biri de; bunları yaparken dini terminolojinin kelimelerini, ulvi İslami şahsiyetlerin  menkıbelerini ustaca kullanarak yapmak. “Ama mecburum” gerekçeli ezerek… En zayıf olanları ezerek. Çocuğu, fakiri, kadını ezerek…

Evet kadını… Ka-dı-nı… Ha bu arada o kadınların adı bazen Esma olur, bazen Rabia. Rabia olur neden mi, ailesinin dördüncü çocuğudur da o yüzden. Sıralamada dördüncü… O kadar. Ha! Hayattan vazgeçince, ya da vazgeçirilince kahraman olur onlar. Meydanlara isimleri verilir. Afiş olur, poster olur taşınırlar baş üstlerinde. Ama bunun için de ölmüş olmak, “yok” olmak gerekir. Ya da, vaz geçmişlik gerekir. Kendini kendinde yok etmiş olmak gerekir. Formül, ağır ama basittir. N’olmuş ki? Kadın milleti güçlüdür. Çocuk doğuracak, canından can koparacak güçteyseler bunu da çeksinler. Lafa gelince Hz. Sümeyye’nin ulviliğine paha biçemeyenler, müşriğe fırsat vermeden Sümeyyeler üretip, cenderede gererler… Gafletin böylesi acaba cahiliye devrinde görülmüş mü? Komik… Gelin gülelim… Gülelim… Gülelim…

Neyse, gülmeye bir mola verelim ve gerçeği iyice görelim… Besbelli ki, bir Rukofil türemiş bizde, bizden içeru. Hatta Rukofil’den de içeru…

Rukofil’i ne Tel Aviv’de arayalım, ne Oval Ofis’te, ne de Buckingham Sarayının süslü, soğuk salonlarında…

Şimdi, Rukofil’e yol mu verilecek, Esmalar ölmesin denilip, Rabia işaretleri mi yapılacak? Önce o dört parmağı gözlerimizden, kulaklarımızdan çekelim. Sonra da o dört parmakla insanlığa selam çakalım. Ve arza, arşa haykıralım! Hangi sözcüklerle mi? İster evrensel insanlık ilkelerinin sözlüğünü, ister Kur’anın insana atfettiği cevahir kelimeleri kullanalım, fark etmez. Mesele “Mazlumlar için ses verilmesi” meselesi mi? Verelim sesi ama doğru yöne… Çevirelim megafonu kulaklarımıza ve olabildiğince yüklenerek ses tellerimize, haykıralım insanlığa, insanlığımıza…

Biraz kulak ister, zor ama istikametten eminim: İÇERU!..


                                                                                                                                                                       Berrin Sevil KAZANCI



GIVE A VOICE FOR ALL OPPRESSED ONES BUT FIX THE DIRECTION TO YOUR EARS! …



Are you a semitist or an anti-semitist? From rightwinger or leftwinger? Either you are a religionist Muslim or non-Muslim? Perhaps an atheist? What of it? There is a more important fire, care on it and try to extinguish it. And care on these “essential” advices:





         “You’ll never die!.. You’ll get how to do this, but you won’t die!..
         The queens and kings of other countries will be under your rulership!
         You’ll breed seeds and give them whoever you wish to give. If you don’t      want, you              won’t give! They’ll worship on your feet to get them. The     delicious fruits of     those              seeds will be poisoned. You’ll make all humanity ill and keep the medicine in your hands.              They’ll appeal it from you. Whoever   you want, you’ll give the medicine them or not.                Whoever you want, will live or die.
         You’ll be more than whole of the World. Even you become less, you’ll be more. You’ll                  be everyone, but none’ll be you.
         You’ll hurt them, but they won’t scream. You’ll be the hurter and the screamer.
         You’ll diminish them, but you won’t fight.
         You’ll plant fight feeds onto earth and make others to mow.”


advices, Jewish Levi to Rukofil,his grandson in the novel of writer,Turgay Guler. He advices those because, he is one of a few Jews who can escape from a massacre against Jews. He advices because, Ahuda, Rukofil’s mum is also fired barbarously. Because, she is also Jew.

What happens to Rukofil? In the novel, we see that Rukofil gets the immortality syrup and successes living till now. If he lives, where is he now?

When we look for him and we see him squatted down on the top of Big Ben in England, on the firebrand of Freedom statue in USA, on Eifel in France and on Pizza Tower in Italy with a great pleasure.

When we turn our heads to Middle East and East, we see that he works hardly there. His work is hard but his pleasure is the greatest. He drinks his immortality coctail of blood and pyo in Palestine, in Domescus in Kashmir, in East Turkestan, in Aleppo, in Cairo and in Tal’Afar.

Later, he notices that, someones say “Raise your Voices for All Oppressed People” and declare a day:”14th of August, World Rabia Day”. He doesnt’t even cock them a snook. He never does either…

Because, he weaved his fabrics on his stall knot by knot… So, he knows them very well. He knows that whoever screams or not, consciously or unconsciously passed throughly his stall. And they don’t see the reality. They scream to far aways where “the main enemies” are located. Rukofil looks to people surprisingly because he sees them very similar to him as if his clons. He just sniggers.

What? Don’t you believe the presence of that stall?
That stall is present. Believe or not!
So, how happened this? How those clons emerged?

Don’t we whimper that we are degenerated? Don’t we grizzle from the absence of fellowship, the miss of fidelity, the lack of pacta sund servanda? Aren’t  money and seat the most important things in our lives? Think! Till when we didn’t make emphaty to others. Because, “we have to live”. It doesn’t matter others live or die. Opportunism becomes our road map. Arrogance is our right. We create sosyological and psycological methods skillfully. We plant seeds via believes, politics and ideals and create “others”. Later, we mow those “others” with the scythe of Azrael. But, we have very significant “because”s.

Because: “conditions”, “ı’ve to” , “I’ve to keep the balances”.

These excuses make lying, manoeuvring and opportuning allowable… One of the most painful method on this allowance is using religional terminology…

So, “grace” just takes place as a name of an actress in our minds…

After getting the allowance, we begin to victimize. We victimize the weakest ones; kids, poors, women… Yes, wo-men… By the way, only the names change. It doesn’t matter, if it is Asma or Rabia… Name Rabia means forth in Arabic. Because she is the forth kid of her family. Just a number… That’s all… But, when they give up from life or when someone take their soul, at that moment they become valuable. We keep a great respect to them. We keep their photoes on our hearts or heads. Formula is hard but simple. Those people who speak respectly about saint women like Sumayya, create todays Sumayyas with “essential” excuses. Isn’t it funny? It’s it time of laugh!.. Laugh, laugh, laugh!..

Ok, Ok… Let’s stop laughing and see the reality: It’s obvious that a Rukofil is created inside of us. Yes, we transformed into Rukofils and became more than Rukofil. So, don’t look for Rukofil either in Tel Aviv, or in Oval Office or in the ornamental and cold lounges of Buckingham Palace… Know that it is inside of our bloods.

So, it is time to ease Rukofil out. And, if it is time to say “Life to Asmas” and time to make Rabia signs with our four fingers, we need initially taking those fingers back from our ears and eyes. So we have to greet the humanity with them. It doesn’t matter we use the words of Koran or other universal humanitarian dictionaries.

Giving a voice for the oppressed ones is the solution? We have to direct the voice into the right place: to our ears, inside of us…

It requires a strong ear, but I’m sure the voice has to be directed INSIDE OF US…



                                                            by; Berrin Sevil KAZANCI




Pazartesi, Aralık 23, 2013

MİNİK SIRRIM... BELKİ BEDDUAYA MUADİL SAYILIR...

       
                 BEDDUA MI?  CIK CIK CIK... OLMAZ!


                SIR! Minik bir SIRRIMI paylaşmak isterim: Son dönemler gözlemlediğimiz gibi BEDDUALAR ETMEYE hiiiiç gerek yok. Bir ilahiyatçı değilim, bir cemaat lideri hiç mi hiç. Ama haksızlık ihtimaline karşı "Sığın, Rabbine sığın" diyorum. Önce Allah'ın zalimler güruhunu doğru yoluna çevirmesi için dua ediyorum. Ama baktım ki "doğru yol" onlar için trişkadan hikaye, kalplerde mühür Münafıkın Suresinde tasvir edildiği halde, o durumda dönüp Rabbimin "el-Muzill" sıfatına sığınıyorum. Ve ben bunu ne zaman yapsam...   




              Çok şükür buna kimse müdahale edemiyor. "Ama, ama, aslında..." gibi bahaneler üretemiyor. Yooook orası öyle bir makam ki, ne kandırılabiliyor ne de kanmak istiyor o yüce Makamın Sahibi. Ve sonuçta da oooooh bu da beni öyle mutlu ve özgür kılıyor ki... Bedduaya hiiiç gerek yok. Sevgiden ve Allah'a ilticadan öte yol var mı?








Çarşamba, Aralık 11, 2013

OTUR YERİNE ACISININ TADINI ÇIKARAN KADIN!
“Otur Yerine Acısının Keyfini Çıkaran Kadın”
Ü
ç gün… Tam üç gün evinizin balkonuna çıkıyorsunuz… Evladınızın can vermiş bedeninin hayali kâbus gibi kursağınıza çöküyor. Gözlerinizi kapatıp içeriye kaçıyorsunuz. Nefesiniz kesiliyor, nutkunuz tutuluyor… Bedeninizi terk edecek kadar çılgın atan yüreğinizi elinizle göğsünüze bastırarak, derin nefes almaya çalışarak zapt etmeye çalışıyorsunuz…  Ve dediğim gibi bu hali üç gün boyunca yaşıyor ve bu yüzden de zaten psikolojik bir dar boğazda olan oğlunuza daha da odaklanıyorsunuz.

         O zaten öksüz ve yaralı. O zaten sosyo-politik konumunuz dolayısıyla hep bizden ve hep yabancı olmuş. Kolay değil bir genç için tüm bunları yaşamak. Kolay değil taze beynin bayat hayat yükü yüklenmesi.

O evladınız…

Siz: bir baba, bir insan…

Ve üç gün sonra… Silah sesleri duyuyorsunuz. Bir şekilde işkillenmişsiniz ya, baba yüreği işte hemmen telefona davranıp, onu derhal eve çağırıyorsunuz. Eve geliyor. Bi ara odasından onun telefonda biriyle tartıştığını duyuyorsunuz. Onun bulunduğu yere acele yöneliyorsunuz ve…
Ve balkondan umutlarınızın, hayallerinizin, vaatlerinizin sonsuza kadar düşüşüne sadece seyirci kalabiliyorsunuz. Zaman ne kadar izafi değil mi? O: en değer verdiğiniz beden, isyanını kanat edinmiş, ruhu yanı başında gidiyor. Ve izafiyetin tanımını beyninize kodlayan zaman geçmek bilmiyor.

Acı… Çok acı…

Siz: Sırrı Sakık…

Olayın izlerini rüzgâr yalarken, şehit ana-babalarının durumunu bu olayla daha iyi anlayabildiğinizi büyük bir erdemle itiraf ediyorsunuz.

         Ayrıca: “Sürekli geçmişe takılarak geleceği inşa edemeyiz. Geleceği inşa etmek için bizim karşılıklı bir helalleşme dönemi yaşamamız lazım.” diyorsunuz. Bununla da yetinmeyip başbakanla yaptığınız telefon görüşmesinde de:

         “Her ülkenin bir azizi vardır, ülkelerinde farklı alanlara öncülük ettikleri için. Siz de bu ülkenin azizi olabilirsiniz. Siz isteseniz çatışmaları da durdurabilirsiniz” diyorsunuz. Bense katıla katıla ağlıyorum. Bir babanın yanık yüreğinin dumanına boğuluyorum. “O da insan, tıpkı benim gibi, senin gibi, herkes gibi” diyorum.

         Keşke bu düşünce ve diyaloglar böyle elim bir olay gerçekleşmeksizin zuhur etseydi diyor, bu duygu ve düşünceler önünde de saygıyla eğiliyorum…

         Gün geldi, vakit geçti… Bu elim olayın ardından yaklaşık bir sene geçti. Her güneş doğuşunda, her yağmur yağışında belki de her buruk tebessümde evladınızı hatırlamaktasınız. Peki, ne oldu size birden? Bu kadar çevresel uyarıcıya rağmen nasıl unutabildiniz yürek acınızı?
Dünya İnsan Hakları Gününde, bir barış adamının da anıldığı bir günde kürsüden, evlat acısıyla kavrulan bir anneye: Oya Eronat “hanımefendi”ye nasıl:

         “Otur yerine acısının keyfini çıkaran kadın” diyebilecek bir ruh haline büründünüz. Duygusal davrandınız diyeceğim, duygu katili bir söz ve üslup dizisini kalbinize ve dilinize yerleştirmişsiniz. O yüzden “Yok, hayır. Bu duygusallık değil.” diyorum. Profesyonel davranmaya çalıştınız diyeceğim. Bütçe görüşmeleri yapılırken, konudan bağımsız takılıp acıdan, keyiften bahsediyorsunuz, yine “yok” diyorum.

         Farkında mısınız bulunduğunuz zemin tutarlılığı esas alır. Dün empati yapan zihnin, bugün antipatiye vira demesi, dilinizden düşürmediğiniz “barış” yelkenine hançer sallamanız anlamına gelmektedir. Barışın “iyi niyet” ve “tutarlılık” ekseninden sapınca salt bir serseri mayına dönüşeceğinin farkında olmalısınız. Eğer dilinize pelesenk olmuş “barış”ı bu kadar hoyratça harcamaya devam edecekseniz, size barışı kendine düstur edinmiş olanla: Nelson Mandela’yla ilgili biraz bilgi toplamanızı tavsiye ederim. Belki de bilgi toplamanıza bile gerek yoktur. Adına ben “Yüceler Yücesi” diyeyim, başkası da “açıklanamaz metafizik işaretçi” desin. Ama belli ki, bir hayali size gösterecek kadar sizi ve herkesi mühimseyen bir varlık var. Belki de O’nun sesine sadece susarak kulak vermelisiniz. Tüm tutarsızlıklarımıza rağmen istikrarını bozmadan bize eğilip “Fısıldayan”a yani…   



Berrin Sevil KAZANCI


Salı, Aralık 10, 2013

Ağla Ağla Firuze… Hatta Sürün Firuze…

Ağla Ağla Firuze… Hatta Sürün Firuze…

Ağla Ağla Firuze… Hatta Sürün Firuze…

            Acılı bir bakış yerleşirse eğer
            Kirpiğinin ucundan gözbebeğine
            Her şeyin bedeli var, güzelliğinin de
            Bir gün gelir ödenir, öde Firuze

Evvet, ağla Firuze… 25 Kasım Dünya Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Gününde de ağla, her gün de ağla, bir ömür de ağla! Hatta annen de ağlasın. Çünkü o da kadın.
         Ağla Firuze… Sen de her kadından beklenildiği gibi ağla. Ağla ki şu toplumda sana düşen en önemli görevi: “ağlama görevini” iyi yerine getiresin. Çünkü sen ağladıkça kadınsın. Ağladıkça ve yakındıkça anlamlısın ve masumsun.

Senin bir sıkıntın olmalı.
Şiddete uğramalısın, tecavüze uğramalısın.
Koca dayağı yemelisin, töre cinayetine kurban gitmelisin.
Şehit annesi olmalısın ya da çocuğun teröristlerce dağa çıkarılmış olmalı.
Çalışırken seni sen yapan hakların gasp edilmiş olmalı, ezilmiş olmalısın ve hep bunu dillendirip, buna yaslanmalısın.
İşte budur…   

Ağlamakta haklısın, çünkü;

         ”Sen ağlama, dayanamam, ağlama göz bebeğim sana kıyamam…” diyen birilerini de ancak şarkılarda bulursun.

         Hele de Müslüman coğrafyanın temiz kadını isen, ölmüş bir yakınının başucunda ağlamalısın. Artık o ölü kardeşin mi olur, kocan mı, yoksa en ağır olanı: çocuğun mu orasını bilemem. Ama bildiğim şey, ağıtlar yakmalısın, beddua etmelisin, yarıya kadar sıyrılmış örtünden salkım saçak çıkan saçlarını yolmalısın, dizlerini dövmelisin. Ama… Ama ben seni böyle görmekten yoruldum.

         Evet, yo-rul-dum. Yok mu yorulmayan. Biz yorulduk. Feryat figan perişan halde, dizlerinin üstüne çömelmiş, avuçlarını Rabbine açmış çaresiz Müslüman kadın görmekle ilgili yüreklerimiz istiap haddini aştı. 

         Bu şekilde ağlayanlar neden çok büyük oranda Müslüman kadınlar? Neden Orta Doğulu kadınlar? Rabbimin mukadderatına sorgu sual olmaz. Ama acaba burada sorgulanması gereken şey kader mi, İslam mı, yoksa güçsüzleştirilmiş kadının bu rolünü ona giydirip çıkarttırmayan kadınlı erkekli toplumlar mı? Siz misiniz, yoksa ben miyim? Yok canım, nasıl olur? Siz ya da ben, ya da biz… Üstümüze afiyet. Başkaları olmalı. Birileri dışarıdan gelip çaresizlik zehrini bu kadınlara zerk etmekte, biz de henüz icat edemediğimiz panzehir eksikliği dolayısıyla duruma sadece seyirci kalmaktayız. Yoksa biz var ya biiiiz…

         Dışarıdan birilerinin bir şeyler yaptığı belli ama bu konuda o kadar da etkili olduklarını sanmıyorum. Çünkü bir insanın kendi kendine yaptığını yedi düvel birleşse ona yapamazmış. Dışarıdaki “biri”lerine bakıyorum. Onların kadınları okumuş. Onlar fotoğraf karelerinde ağlar halde yer almamaktalar. Üstelik onlar konuşabiliyor. Çok ilginç ama doğru onlar konuşuyorlar, fikir oluşturup, empoze ediyorlar. Senin benim kadınım hakkında politika oluşturuyorlar. Ve bazen o politikaların bazıları benim dünya görüşüme de, dini yorumlayışıma da uymamakta. Onlar bana savundukları ve uluslararası anlaşmaların kapsamına koydukları bazı hükümleri “insan hakkı”, “kadın hakkı” olarak cilalı sözlerle dayatmaktalar. Eşyanın doğası da bu durumu haklı gösterir. Biz kendi kadınımızın üretmesinin, düşünmesinin, konuşmasının ve var olmasının önündeki engelleri kaldırmazsak… Adamlar kalkar kendi kadınlarının –ki biz o kadınları da bizim kadınlarımız olarak görmekteyiz- uğradığı zulmü anlamlı gün olarak ilan eder, sen de ben de o günle beraber anılarımızı tazeleriz. Tıpkı “Dünya Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü”nün 25 Kasım olarak belirlenmesi gibi. Bir bakalım bu günün hikayesi ne imiş:

25 Kasım, Dominik Cumhuriyetinde, Diktatörlüğe karşı direniş sergileyen Mirabel Kardeşlerintecavüz edilerek öldürülmelerinin yıldönümü. Çok acı… Gerçekten çok trajik. Allah hiçbir insana böyle bir ölüm yaşatmasın. Ruhları şad olsun. Ama, Birleşmiş Milletlerin bu günü uluslararası bir anma günü olarak ilan ettiği tarihe bir bakın: 1999. Değerli kardeşlerim o tarihlerin öncesinde Bosna da değil ki üç kadın, binlerce kadın tecavüze ve işkenceye uğrayarak öldürülmemiş miydi? Bunların öldürülmeyenleri de bu tecavüzlerden doğan çocukların yüzüne bakıp bir ömür sürecek hatıraları feleğin ağır bir sillesi olarak bağırlarında taşımayacaklar mıydı? Mahkûmdular ve mahkûmlar, hem de müebbet…

         Gün geldi: 25 Kasım oldu. Haberlere bakıyorum… İnat ve ısrarla bakıyorum. Diyorum ki; “neden 25 Kasım” falan deme. Öze bak. Konu: kadına yönelik şiddetle mücadele. Bütün takıntıların bir tarafa atılıp, konunun özüne inilmesi gerekirken geç diyorum bunları. Bakıyorum, bakıyorum ve bakıyorum. Neler yapılmış diye… Günün anlam ve önemini hatırlatan bir şeyler yapılmış. Ama etkisi ne kadar? Bütün iyi niyetli yapılanları da takdir etmekteyim ancak çoğu yapılanlar da bu durumu boş geçmemek adına. Hangimiz her Allah’ın günü canı yanan, hatta canı alınan bir kadının acısını görmezden gelebiliriz ki? O yüzden bu kadar kör parmağım gözüne gözüne bir konunun yapılanların daha da ötesinde vicdanları harekete geçirecek ölçüde yapılmış olmasını umdum. Ama maalesef…

Bu arada yine görmezden gelinen kadınlar en mağdur olanlar. Bosnalı Mavi Kelebeklerin nazlı kadınları da, Filistin’deki, Suriye’deki, Mısır’daki, Irak’taki, Arakan’daki kadınları da hak ettiği kadar büyük önemle anan, durumun ciddiyetini bastıra bastıra yansıtan, altını üstünü çizen faaliyet göremiyorum. Farkında olmayabiliriz ama bu kadınların bir kısmı tarih kitaplarında şimdilik yer alamayacak kadar yakın bir geçmişte can verdiler ya da tecavüze uğradılar. Diğer kısmı da halen ıstırap içinde can ve namus korkusu altında izbe yaşamlarına tutunmaya çalışmaktalar. Dünün konusu olmadıkları gibi görülen o ki bugünün de konusu değiller.

         Bu yüzden, o dışarıdaki birileri o kadar haklı ki… Öttürür onlar borularını tabii ki. Sen ey Müslüman kardeşim!. Sen, siz, biz her politik görüşten ülkemiz insanları! Evet,biz yanı başımızdaki kadınları sadece ağlamaya mahkûm kılalım, sadece pasif durumda sesini çok çıkarmadan, hakkını aramadan, şiddetin göbeğinde oturtalım. Avrupalı, Amerikalı adamlar da kadınını değerlendirsin. Sonra da bir yerlerde İslamofobi var, bunu da “gâvurlar” yapmakta demeyelim… Yok artık. Bunu yemezler, biz de yemeyelim, kimseye de yedirmeyelim… Hazmı zor. Bunu hazmetmemizi de bize ne bu din, ne de bu dinin örnek kadınları tavsiye etmekte. Hele İslam güçlü kadının diniyken… En iyi tebliğin temsil yoluyla olduğu gerçeğinden yola çıkarken, bu yolda kadının rolü ve önemi de artık ortak kabul gören bir gerçek iken… Artık içsel çelişkilerimizle yüzleşip sorun ve çözüm odaklı bir yol haritası çizmenin vakti gelmedi mi?    

         Gelin artık 
                 “Sen ağlama dayanamam,
                 Ağlama göz bebeğim sana kıyamam” diyelim, 
                 bunu da sadece şarkılara hapsetmeyelim…